Bendeki Aikido
Ayna gibi… Aynaya bakar gibi… Ayna olmak gibi…
Sizlere, yeni başlayan, daha doğru ifadeyle bu yola yeni girmiş biri olarak, bendeki Aikido’yu anlatacağım. Bu metin benim kendi hikayemden bir parça olacak; yer yer ortaklaşacak yer yer ayrılacak aikidoya hayatında yer açmış diğer insanlarınkinden.
En genel anlamda yakın dövüş sanatları, çocukluğumdan beri özellikle izlediğim filmlerde bana hep estetik gelmiştir. En ilkelinden son teknolojik gelişmelerle hazırlanmış olanlarına kadar o sahnelerin, mizansenlerin büyülü tasarımları beni tek bir kavrama götürürdü: ahenk … Çatışırken nasıl ahenk yaratılır? Çelişkinin ve mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir dünyada, düşmanınla bedensel ve ruhsal bir gerginliğin içine girmek, bu biçimde onunla çarpışmak salt bir estetik meselesi değildir aslında, hayatidir da aynı zamanda, gerçek gündelik hayata uygulandığında. Onu ve kendini.. tanımak… Kavramak…
Aikido ile bir fikir, bir kavram olarak tanışmam, üniversite sınavına hazırlandığım döneme denk gelir. Bu aynı zamanda Türkiye’de aikidonun toplumsal alanda popülerleşmeye başladığı dönemdi galiba. Aikidoyu diğer yakın dövüş sanatlarından ayıran, en genel geçer haliyle, ‘düşmanının gücünü ona karşı kullandığın bir savunma sanatı olduğu’ yönünde duyduğum(uz) toplumsal ve popüler söylemlerin içinde – ki bu eleştirilebilir, tartışılabilir, sonraki on-on iki yıl aikidoyu hem merak ettim, hem de yapacağım günü hayal ettim. Ama gerçek anlamda bu yola girmek için, hazır olmam gerektiğini belli belirsiz hissediyordum. Japon kültürü ve dili… ve uzun yıllardır süren ‘batı temelli’ (ilkokuldan doktoraya) akademik eğitimim ve kariyerim… öğrenmek-öğretmek, eğitim-hayat, kuram-pratik ikilemleri, doğu felsefesi-batı felsefesi üzerinde yıllardır biriktirdiğim deneyim ve düşünceler… Aikidonun beni davet ettiği yola girince, yeni anlamlar kazandı. Bu yüzden, aikido yapmanın ötesinde, yeni başlayan biri olarak, antrenmanlar üzerine düşünmenin çok verimli bir alan olduğunu fark ettim. Bunu yazılı hale getirip paylaşma fikrini bana veren hocama da teşekkür etmek isterim.
Geçenlerde yaptığımız bir antrenmanda, yağmur yağarken, dojoda aikido çalışmak… sanki toprak bir yolda yağmur yağarken korkmadan yürümek tadını verdi bana… Yanında başka bedenler varken, aslında tek başına cesurca gittiğin o toprak yol… Ormanın ve toprağın kokusu geldi burnuma sanki. Kendisine (bir damla) su imgesini yakıştırmış bir insan olarak, Aikido’yu bir nehir gibi görmem belki de tesadüf değil… parçası olup aktığımı duyumsadığım; tıpkı hayat gibi. Hem bir bütünün parçası olmak, akan bir nehrin bir damlası… hem de kendi yolunu kurmak, inşa etmek… Yağmur, toprak, düşünce, eylem… Kent yaşamının dayattığı deneyimlere sıkışmış modern insanlar olarak, bu deneyimin duyumsattıkları paha biçilmezdi.
Aikidonun beni eğittiğini düşündüğüm bir başka boyut, mükemmeliyetçilik ve izlenmek üzerine… Aikido hem izlediğin, hem izlendiğin, hatta takip edilip değerlendirildiğin, buna karşın yine de kendi düşüncene, egona teslim olmaman gereken bir yol. Dojodaysan… yalnız karşındaki insanın bedeni ile kendi bedenin arasında akıp giden şeye odaklanmalısın belki de… Bu çok zor.. ama işte o şey neyse, birbiriyle sürekli çatışma eğiliminde olan iki insanın arasında sevmenin ve nefret etmenin ötesine geçmenin kapısını aralar; bir tür aşkınlık hali.. karşılıklılık… İlk antrenmanımda çalıştığım ilk teknik, belki de ilk heyecanla, insan bedenindeki güç ve bedenler arasındaki uyumlu akış konusunda, bende böylesi bir potansiyel halin varlığını keşfettirdi. Bir anlık parlayan bir mutluluk ve tatmin gibi… Ruhsal, tensel ve zihinsel bir tatmin… Çok boyutlu… bir insanı, kendi bedenin ve onun bedeni içinde kavramak… kendini kavramak.. ayna gibi… aynaya bakar gibi.. ayna olmak gibi … Bize dayatılan performans temelli değerlendirilmelerden ne kadar da farklı…
Bunun bir başka yüzü, hayat tadında ve gerçekliğinde bir deneyim sunar insana: ben bir yerde dururken, karşımdakinin benim kapladığım yeri alması olanaksızdır. Aynı olmamız mümkün değil; denk olmamız da çok güç bir olasılık.. Ancak seviyelerimiz eşit olmasa da… o ana dek hangi beceri ve bilgileri biriktirmiş olursak olalım, aynı olmasak da, birbirimize ayna tutabiliriz. Bir tekniği çalıştığımızda, ben hareketin belli bir parçası üzerine becerimi artırırken, örneğin takla çalışırken, karşımdaki benim dengemi bozup düşürmeyi öğrenmektedir. Sıra arkadaşınla bile yarışmaya iten bir ideolojinin dayattığı gündelik hayatların içinde, dojoda hem öğretmen hem de bir öğrencisin… Bunun ötesindeki sadelik… Beyaz giymek.. kefen gibi.. Üzerine metal hiçbir şey almıyorsun, sana statünü, medeni halini, ya da akan zamanı hissettirecek hiçbir şey yok bedeninde: Saat, takı, yüzük… Altına fazladan hiçbir şey giymiyorsun. Çıplak gibisin, o beyaz kimononun dışında. Zaten bedeninle ortaya koyduğun duruşlar, akış da bir başka türlü çıplaklık.. Eşit değiliz, aynı değiliz.. ama savaşabiliriz.. Ahenkle, dans eder gibi…
Bunların ötesinde ve belki de karşısında, yeni başlayan bir insanda direnç yaratan bir olgu var: Disiplin (ve teslimiyet) … Bu bir yanıyla insanın doğasındaki birey olmak-ait olmak çelişkisine dokunuyor; bir yanıyla da kültürel alışkanlıkların disiplinden çok başıboşluğa ya da rahatlığa kaymasından, bir gerginlik yaratıyor… Örneğin ben, dokunduğum, öğrendiğim şeyi değiştirmek isterim. Önce ona teslim olur, kavramaya çalışır.. ama bir türlü kuşkuculuğumdan kurtulamam.. bu insani bir şeydir. Bir yandan da çok zorlayıcı, tüketici bir şey… Tam da bu noktada, yeni başlayan bir insan için, Aikido ve dojonun kuralları, çok dışsal, itici bir tablo çizebiliyor. Bir yandan bireycilik, rahatlık, kafana göre takılma alışkanlıkları.. bir yandan da günümüzün postmodern, bağsız bireylerinin ‘akışkan aşklar’ içinde devinmesi.. Bunun karşısında dojonun kurallarına uymak zorunda hissetmek, insanda bir çelişki yaratıyor. Kendi kurallarını yaratmayı seven kuşkucu bir insan olduğumdan, samimi olmak gerekirse bunu henüz aşabilmiş değilim… Ancak bir inancım var: Aikido, bu kuralların bir kısmının neden öyle olması gerektiği konusunda beni zamanla ikna edecek – bir savaş sanatı olması nedeniyle belki de… Hızımı ve hırsımı azaltıp, törpüleyecek.. Buna karşın, esnekliğiyle ona temas edip, onu kendimce dönüştürmeme olanak tanıyacak.. Esnek ve uzun bir yol… Bana bunu düşündürüyor. Diyalektik bir süreci… ‘Tırtılın ölüm dediği şeye, usta kelebek der’, ifadesini hatırlayacağım belki sürekli, dönüşürken… Ustalık yolu asla kat edilemeyecek bir yol olsa da… bir kelebek olma yolunda yürümekle yetineceğim belki de..
Şu an.. hareketleri elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Adı üzerinde benim için onlar henüz hareket.. teknik değil. Bir yola girdim.. el yordamıyla tanımaya çalışıyorum. Çok acemi bir heyecan benimkisi.. kendi bedenimi ağrılarıyla tanıyorum. Dojoda insanları, gözleriyle ve bedenleriyle tanıyorum; sözlerinden önce.. benim için yeni, yepyeni bir deneyim bu.. İşte akan bir nehre, ortasından atlamak gibi.. ya da sallanan bir ipe hareket halindeyken katılmanın mutluluğunu, korkusunu, gerginliğini yaşamak.. Ama gün geçtikçe.. ‘yapabilir miyim’ kaygısı azalmakta.. bakıyorum… ve evet diyorum, ebleğim .. bedensel olarak alığın tekiyim.. Modern insanın, hele ki akademik ve zihinsel çalışmaların içine gömülmüş modern Türk kadınının ve erkeğinin tipik bir örneği… Fark etmek.. işte bu. Bedenimi değil yalnız, sözsüz bir dünyayı, bir akışı.. bir yolu keşfetmek.. bu yeni başlayan bir ben için çok zor.. Ama neden on sene beklediğimi artık biliyorum galiba. Aikido’ya kendi adıma hazır olmayı bekledim. On sene önce, ilk yapmak istediğimde, belki de bu acılara, sürekli ağrılara, kurallara ve dojoya her çıktığımda hissettiğim o anlık kendine güvensizlik ve gerginlik karışımı duyguya hazır değildim… Yola kendini hazır etmek gerek.. Aikido benim hayatımdaki en öncelikli damarlardan değil; hayatımın amacı değil.. henüz.. ama hayatın, ilişkilerin, mücadelenin, aşkın bir küçük sözsüz simülasyonu gibi..
Yasemin İLKAY – ODTÜ Dojo